Horacio Quiroga (Uruguay), Juan Rulfo (Meksika), Jorge Amado (Brezilya), Miguel Angel Asturais (Guatemala) Jorge Luis Borges (Arjantin) daha sonra ise Julio Cortázar (Arjantin), Gabriel García Márquez (Kolombiya) Carlos Fauntes (Meksika), Mari Vargas Llosa (Peru)… Latin Amerika ve büyülü gerçekçilik dendiğinde akla gelen ilk isimler… Özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısı, Latin Amerika edebiyatının dünya edebiyatına damgasını vurduğu bir dönem olmuştur. “El Boom” olarak nitelenen bu büyük edebiyat çıkışının ortak paydası “büyülü gerçekçilik” olarak adlandırıldı. Önce Guetemalı yazar Miguel Angel de Asturias’ın 1967 yılında, ardından Gabriel García Márquez’in 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü alması da bu akımın yoğun bir şekilde tartışılmasını ve edebiyatın öne çıkan gündemi olmasını sağlar. Hem avangard hem mitik hem de gerçeküstü melez bir akım olan büyülü gerçekçilik, modernist anlatılardan sonra kimi eleştirmenlerce “anlatının geri dönüşü” olarak selamlanır.
Gerçeküstücülük, büyülü gerçekçilik ve fantastiğin günümüzde bu denli kabul görmesinin arkasında, insanı sadece akıldan ibaret gören anlayışa karşı insanın diğer yarısı olan bilinçdışına, rüyalara, hayal gücüne yer vererek insanın içi ve dışı arasındaki uyumu teklif etmeleri vardır. Günümüzde gerçek dediğimiz şeyleri insanlar sosyal medyadan, gazetelerden, televizyonlardan bütün çıplaklığıyla görmektedir. Edebiyatın gerçeğe bu medyadan farklı bir şekilde yaklaşması kaçınılmazdır ve edebiyatın görevi de zaten tam da budur. Edebiyat kuşkusuz önemli oranda estetik, dil ve biçimsel güzelliğe yaslanır ve elbette gerçeğe “büyü” katar. Edebiyat, gerçekle böylesine iç içe yaşayan insanının bu yükünü hafifletmeye, olup bitene, gerçeğe kendi penceresinden, estetiğin, büyünün penceresinden bakmaya davet eder.
İSİM BABASI ROTHİsim babasının 1920’lı yıllarda resim alanında kullanan Franz Roth olduğu bilinen büyülü gerçekçilik akımının Latin Amerika ile karakterize olmakla birlikte bütün coğrafyalara yayılmış bir akım olduğunu söylemek mümkün. Edebiyattaki ilk örneğinin Uruguaylı yazar Horacio Quiroga’nın 1920’li yıllarda yazdığı öyküler olduğu düşünülür. Kübalı yazar Alejo Carpentier büyülü gerçekçiliğin manifestosu sayılan Bu Dünyanın Krallığı (1949) romanının “Önsöz”ünde büyülü gerçekçiliği tanımlar ve kavram olarak kullanır. Bu yazıdan sonra kavram uluslararası bir üne kavuşur ve giderek bir moda akım olarak Latin Amerika yazarlarına “büyülü gerçekçi” sıfatı yakıştırılır. Kendi alanlarında farklı eserler veren yazarlar bile bu ad altında toplanmaya başlanır.
Büyülü gerçekçiliğin kavramlaştırılması aşamasında ilk manifestoyu yazan Alejo Carpentier da dahil yazarlar özellikle büyülü gerçekçilikle gerçeküstücülüğün farklılığını ortaya koymaya çalışmışlardır. Büyülü gerçekçiliğin olağanüstü, gizem, harikulade yaklaşımları ve gerçeküstücülüğün baskın bir akım olması onun hemen onu gerçeküstücülükle örtüştürme çabalarını doğurmuştur. 1960 ve 1970’li yıllarda büyülü gerçekliğin altın yıllarındaki bu tartışmalar 1980’le gelindiğinde temelli bir zemine oturmaya başlar. Özellikle bu tartışmalarda büyülü gerçekliğin Latin Amerika gerçekliğinin bir ifadesi tanımına ulaşılır.
BU AKIMIN İÇİNDE ANILMAK İSTEMEYEN BİR YAZARBüyülü gerçekçilik akımının temsilcileri, yürütücülerinin kimler olduğu, isimlendirme bazında her zaman tartışmalı olmuştur. Örneğin kimi yazarları büyülü gerçekçilik parantezine almak indirgemeci bir kolaycılık olduğu için çabucak kabullenilmekle birlikte birbirinden bağımsız benzer yenilikler sergileyen yazarlar da bu akıma dahil edilir. Örneğin büyülü gerçekçilikten önce yenilikçi bir yazar olarak sivrilen Jorge Luis Borges büyülü gerçekçi parantezine alınır ve Borges buna itiraz eder. Carlos Fauntes “Beni sınıflandırmayın, okuyun. Ben bir yazarım, bir yazın türü değil.” derken Gabriel García Márquez ısrarla bu akımın içinde anılmaya itiraz eder.
Gabriel García Márquez’in Nobel alışıyla birlikte eserleri geniş bir okur çevresine ulaşır ve büyülü gerçekçilik pek çok yazar için bir model olur. Artık büyülü gerçekçilik Latin Amerika sınırlarını aşmıştır. Patrick Suskind, Tahar Ben Julloun, Toni Morrison, Ben Okri, Milan Kundera, Italo Calvino büyülü gerçekçilik bağlamında değerlendirilebilecek eserler yazarlar. Büyülü gerçekçiliğin önemi, kurmacanın nitelikli örneklerinin verildiği özellikle Avrupa ve Rusya’daki tıkınma sonrası kurmacaya açtığı büyük açılımdır. Savaş sonrası bu coğrafyadaki çıkışsızlık gözleri Latin Amerika’daki bu yeni akıma çevirmiştir. Bu çıkış aynı zamanda dünyadaki “gerçekçilik” anlayışının yeni yorumudur ve bu eğilimin en önemli özelliği olmuştur. Büyülü gerçekçilik çiğ gerçekçiliğe itirazdır ve yazara büyük imkânlar sunar. Bu anlayışın farklı coğrafyalara yayıldığı da düşünüldüğünde edebiyatın yeni bir anlatım biçimi olduğu da söylenebilir.
Bu kadar yoğun tartışılmasına rağmen büyülü gerçekçiliğin tanımını yapmak, sınırlarını çizmek o kadar da kolay değil. Bir edebiyat eserinde, doğaüstü olaylar, gizem, açıklanamayan durumlar, garip rastlantılar, bilinmezlik, endişe doğurucu durumlar, sürprizler, doğaüstü fenomenler, cin ve peri masalları, hayaletler, akıl çerçevesine yerleştirilemez durumlar, korku, dehşet, merak, mucize olduğunda onun hangi türe/yönelime gireceği tartışması başlar. Çünkü fantastik, olağanüstü, gotik anlatı, gerçeküstü, bilimkurgu, büyülü gerçekçilik kavramları arasında pek çok farklılık belirlense, aralarına derin sınırlar çizilse de örnekleme düzleminde yine de sorunlarla karşı karşıya kalınır. Bu kavramlar hayal gücünün imkânlarıyla var oldukları için birbirlerinin arasına kesin sınır çizmek zordur.
Büyülü gerçekçi yaklaşımda ise yazarlar, gerçekçiler gibi yaşanılan ana sıkı sıkıya bağlı olmadıkları gibi fantastik edebiyatçılar gibi yaşanılan dünya dışında bir dünya da kurmazlar. Olayların nedenleri, niçinleri tartışılmaz. Luis Leal’in deyişiyle, “Mantıksal açıklamalarda bulunulmaz, etrafta olup biten toplumsal gerçekçilikte olduğu gibi bire bir yansıtılmaz ya da gerçeküstücülükteki gibi çarpıtılmaz; temel olan ortak nokta herkesin varlığı konusunda hemfikir olduğu gerçekliğin ardındaki gizemin ön planda tutulmasıdır.” Sıradan, gündelik bir olay anlatılıyormuş gibi olay örgüsü kurgulanırken büyülü, mucizevi bir olay tam da bu gerçek hayatın içinde cereyan eder. Arada bir sınır yoktur. İç içe geçmişlerdir. Bir başka deyişle gerçek bire bir taklit edilmez, hayal gücünün imkânlarıyla yeniden yorumlanır. Olağanüstü, yaşanılan gerçekliğin içinde eritilir. Bir anlamda gerçeğin içinde büyülü, gizemli dünyalar anlatılır. Olaylar, durumlar gerçek mekânda gerçek dünyada gerçekleşir. Fantastikten en önemli farkı budur.
Büyülü gerçekçilik, gerçek ve gerçeküstünün karıştırılmasından oluşur ve gerçekçilik ile fantastiğin ortasında yer alır. Yaşanan dünyanın tüm kural, kanun ve düzenlemeleri reddeden fantastiğe karşı büyülü gerçekçilik gerçeğin içinde olağanüstüyü anlatır. Olağanüstü olan, mucize olan bu dünyada yaşanır. Fantastik edebiyat günümüz dünyasından farklı, değişik, alternatif dünyalar yaratırken büyülü gerçekçilik içinde bulunduğumuz dünyada evrenini kurar.
Büyülü gerçekçilik ve fantastik arasındaki temel fark anlatıcının ve karakterlerin bu olağanüstüyü algılama biçimlerinde yatar. Fantastik metinlerde, olağanüstü olaylar bulunulan gerçekliğe aykırıdır ve karakterlerle uyum içinde olmadığından karakterler şaşkınlık ve tereddüt içinde tam bir yabancılaşma yaşar, kendini bir başka evrende, zamandan hisseder ve anlatıcı da bu yabancılaşmayı okura hissettirir. Oysa büyülü gerçekçilikte olağan akış içerisinde olağanüstü ortaya çıktığında ne karakter şaşırır, ne anlatıcı bunu hissettirir ne de okur buna yabancılaşır.
FANTASTİK VE BÜYÜLÜ GERÇEK ARASINDAKİ FARKLARBu anlamda büyülü gerçekçilikte olağanüstü olaylar, durumlar karşısında karakterler normal ve sıradan tepkiler gösterirken fantastikte ise karakterler şaşkın ve korku tepkisi verirler. Büyülü gerçekçilikte olağanüstüyü karakter hemen kabullenir ve tereddüt yaşamaz. Kuşkusuz şimdilerde Latin Amerika edebiyatı ile özdeşleşen “büyülü gerçekçilik” akımının dünya edebiyat tarihinde çeşitli coğrafyalarda örneklerini göstermek mümkündür. Doğu hikâyelerinden gerçeküstü anlatımlara, fantastik yaklaşımlardan rüya anlatımlara kadar pek çok anlatım biçiminin büyülü gerçekçilikle bağlantısı vardır. Ancak modern edebiyatın diliyle yoğun bir şekilde büyülü gerçekçiliği değerlendiren Latin Amerika edebiyatçıları olmuştur. Böylece büyülü gerçekçiliğe bir kimlik, ulus, coğrafi bölge damgasını vurmuş ve kendileriyle anılır hâle getirmişlerdir. Ne var ki büyülü gerçekçiliğin sadece bir coğrafyaya ait olmayacak kadar evrensel bir teknik ve anlatım biçimi olduğu da bir gerçektir.
Büyülü gerçekçilikte yazarlar, gerçeği daha etkili ve görünür kılmak için sıradan şeyleri olağanüstü olaylarla harmanlayıp büyülü gerçeğe ulaşırlar. Daha doğrusu dünyevi gerçekçiliğin olağanüstü hâlini resmederler. Büyülü gerçekçilik bir anlamda olağanüstü olayları yaşanan dünyevi olaylarla irtibatlandırmak, iç içe geçirmek ve birbirinden ayrıştırılamaz hâle dönüştürmektir. Böylece fantastik, olağanüstü olayların tümünün dünyada gerçekleştiği ortaya konur. Hayal gücü, mitler ve efsanelerle yüklenip gündelik hayatın içine doğru yolculuk yapılır. Bu serüvende gündelik yaşamın çıplak gözle görülemeyecek gerçekleri, sırları açık edilir, görünür kılınır. Gündelik yaşamın olayları, durumları farklı bir dil, yorum ve bakışla aydınlatılır. Bu anlamda büyülü gerçekçilik başka türlü ortaya çıkması mümkün olmayan hakikati bulmak için edebiyatın kullandığı bir imkândır.
Bilindiği gibi büyülü gerçekçiliği fantastikten ayıran en temel farklılığın, gerçekliği yorumlayışından kaynaklandığı ileri sürülür. Büyülü gerçekçilikte amaç, bir gizemin yazınsal bir metne dönüştürülmesi değil, bizzat gerçeğin ortaya konulabilmesi için onun ardında görünmeyi ortaya çıkarmaktır. Amaç bizzat gerçeğin kendisidir ve bu nedenle olağanüstüye başvurulur. Ancak büyülü gerçekçilik, gerçekliği fotoğrafik hâliyle değil, hayal gücünün imkânlarıyla zenginleştirip mitlerden, efsanelerden de yararlanarak öylece sunar. Oysa fantastikte “gün ışığı” gerçekliğinin dışında bir dünya kurulur. Büyülü gerçekçilikte çoğunlukla mekân yaşadığımız dünyadır nesneler ise dünyevidir: “Olaylar, karakterler, yer ve zaman ayırt edilebilir bir şekilde gerçekçi olabilir ancak bu türdeki eserler mucizevi, büyülü ya da hayalî denilebilecek özellikleri de barındırırlar.” Anlatıda amaç hiçbir şekilde dehşet ve korku hissi uyandırmak değildir. Sanki her şey doğal akışı içinde cereyan ediyor gibidir. Hayatın dışına çıkılmaz, bizzat hayatın içine girilir. Okur, gün ışığı gerçekliğinden hiç koparılmadan, tam da o atmosfer içinde olağanüstüyle karşı karşıya getirilir.
Büyülü gerçekçilikte masalsı ögelerden, mitlerin derin söyleminden yola çıkılarak gerçekliğe, yine ona bağlı kalarak yeni bir tanım getirmek istenir. Gerçek kişi ve olaylarla gerçeküstü iç içe anlatılarak, bunların aynı dünyanın atmosferi olduğu ima edilir. Büyülü gerçekçilik, gerçekliğin bir üst yorumudur, mucizeden, olağanüstüden yararlanırken gerçeklik altüst olmasına rağmen yine hayat onun içinden akar. Sıra dışı olaylar büyülü bir atmosferde hikâye edilir. Hayaletler, tılsımlı sözler, olağanüstülük içinde büyülü olan her şey bir mucize gibi hikâyede yer bulur. Gerçeğin alışılmışın dışında, sıra dışı bir görünümü peşindeki büyülü gerçekçiler büyü ile gerçeği karıştırıp gerçeğinin yeni yüzünü ortaya çıkarmak ister. Doğaüstü olaylar, sıra dışı durumlar gerçekle bağlantısını koparmadan okurda sıradanmış gibi algılanmalarını sağlamaya çalışır. Akla, akıl dışını kabul etmesi bir anlatımı biçimi olarak dayatılır ve kabul ettirilir. Ve anlatımda doğaüstü, akıl dışı olaylar gerçekliğin bir parçası olarak hikâyede yer bulurken büyünün sayesinde okur da bunu böyle algılar. Bu hiç şüphesiz gerçeğin yeniden yorumlanmasıdır. Büyü ve gerçeğimin birleşiminden yeni bir anlatım biçimi çıkar. Büyü gerçeği örtmez tam tersine bir gizem, güzellik, estetik bir dokunuş olarak gerçeğin sanat katına yükselmesini sağlar.
Mucizeler, olağanüstü durumlar, cinler, hayaletler yaşanılan gerçeğin bir parçası olarak sunulurken, okur da aynı serinkanlılıkla olayları izler. Şaşırmaz, tedirginlik göstermez. Kahramanlar çevrelerinde bir olağanüstülük gördüklerinde tuhaf karşılamaz, şaşırmazlar. Çünkü bunlar gerçeğin bir başka yüzüdür. Okuyucu güncel dünyadan kopartılmadan, gerçek büyülenerek sunulur. Aslında bu büyülü hâl bilinçaltında, gündelik konuşmalarda ve hafızalarda zaten vardır. Yazar da metninde bunu gündelik hayata katar, iç içe geçirir. Burada yazarın yaptığı bu karışımdan çıkardığı büyü ile okuru yeni bir gerçeklikle karşı karşıya getirmektir. Okur bu yeni fotoğrafla büyülenir. Aslında olağanüstü abartılarak okurun gözüne sokulmaz, tam tersine laf arasında söylenmiş sıradan bir şey gibi önemsizleştirilerek sunularak her şeyin hayatın olağan akışı içinde aktığı duygusu okura aktarılır. Burada önemli olan gündelik hayatın olağan akışında karşımıza çıkan olağanüstü hâlin gerçekle bir şekilde uyumlu olması nesnel bir nedene dayanması ve gerekli olmasıdır. Bu da okurun anlatım atmosferinde olağanüstüyü kabullenmesini kolaylaştırır. Büyülü şeylerin gerçekten olduğuna inanmamız yeterlidir. Anlatım tam da burada, bu iki dünyanın (olağan ve olağan dışı) kesiştiği yerde konumlanır.
MEKANLAR ZAMANSIZDIRBüyülü gerçekçilikte bir metinde estetik bir girişim olan büyünün bulunması, olayların ve durumların gündelik hayat içinde geçmesi ve gerçekleşmesi, her şeyin hayatta olduğu gibi aktarılması, karşıt gibi görünen pek çok olgunun (ölüm ve hayat, savaş ve barış, uzaklık ve yakınlık, eski ve yeni vb.) iç içe anlatılması gibi anlatı stratejilerinin gözetilmesi gerekir. Büyülü gerçekçilikle karşıtlar uzlaştırılır en azından aradaki mesafe silikleştirilir, önemli ile önemsiz, olağan ile olağanüstü arasındaki fark belirsizleştirilir. Büyülü gerçekçilikte, gerçek, gerçeküstü olgularla beslenirken, mucizevi olaylar, doğaüstü olaylar iç içe şiirsel bir dille, mitik, destansı bir biçimle kurgulanır. Akıl ve akıldışılık, düş ve gerçek, sıradan ve olağanüstü iç içe geçirilerek estetik bir bütünlüğe ulaştırılır. Bu da büyülü gerçekçiliğin temel özelliklerinden olan “melezlik” durumudur. Bu tematik karşıtlık, olay örgüsü anlatım biçimi, kurgu bir melezliği oluşturmanın en önemli aracıdır. Karşıtlıklar aynı eşit mesafede, aynı soğukkanlılıkla sıradan olaylar olarak anlatılır. Hayat ve ölüm arasındaki sınır kaldırılarak, hayat bütünlüklü olarak sıradan bir şey olarak ele alınır.
Büyülü gerçekçilik akımının en önemli özelliklerinden biri de anlatıların mekânların, zamanların belirsiz, sonsuz, mitik olmalarıdır. Haritalarda bulunmaya bir kasaba, terk edilmiş bir köy genel tercihlerdir. Anlatımdaki geliş gidişlerle okurdaki zaman algısı yıkılmaya çalışılır. Zaman da kronolojik bir sıra izlemez. Zamansız, şimdiki zamanla geçmiş zaman iç içe geçmiş bir atmosfer yaratılır. Bu da masalsı, efsanevi anlatılara zemin hazırlar, gerçek sorgulamasından okuru uzaklaştırır. Zamanın ve mekânın belirsizliği de gerçeküstü olaylara kapı aralar. Bir anlatım imkânı olarak imge, sembol, eğretileme, mübalağa, ironi sonsuz zaman ortamında daha da işlevsel, kullanışlı hâle gelir. Diğer yandan zamansızlık anlatıcı için, tarihler, zamanlar, coğrafi yerler arasında geçiş, atlama kolaylığı sağlar. Çünkü büyülü atmosfer için zaman dışılık elzemdir. Bu da aklın, mantığın düz bir biçimde ilerlediği kronolojik zaman algısına itirazdır. En büyük büyücü, sihirbaz doğadır ve bu zaman atlamalarını anlatıcı sadece kaleme alır. Tıpkı mitler gibi bu dünyada her şey mümkündür.
DÜŞSEL BİR DÜNYABelirsizlik, gizem, tuhaflıklarla düşsel büyülü bir dünya yaratılır. Büyülü gerçekçiler, masalımsı, doğaüstü olaylar, gizem ve mitik yaklaşımlarla güncel gerçekleri izaha çalışırlar. Bir başka deyişle büyülü gerçekçilik fantastik tutumlarla yaşanan gerçekliğin karışımından meydana gelen yeni bir kurgudur. Estetik olarak büyüyü kullanırken, özünde gerçekçi ve yaşanan dünyanın bir anlatımıdır. Herkesin gerçek olarak bildiği dünyayı estetik bir dokunuşla büyülemek, sıradan her gün gördüğümüz nesneleri olağanüstü hâlleriyle resmetmek ve daha açık bir deyişle çıplak gerçekliği büyü ile aşmak ve daha görünür kılma yönelimidir.
Büyülü gerçekçiliğin, gerçeküstü akımın ortaya koyduğu ilkeler ve yönelimlerden yola çıkarak kendi diline dönüştürdüğü bilinir. Öncü yazarlar gerçeküstücülüğün çıkış yeri olan 1920’lerde Paris’te bulunmuş ve gerçeküstücülüğün öncüleriyle görüşmüşlerdir. Buradan edindikleri bilgilerle yeni bir akımı zeminini hazırlarlar. Büyülü gerçekçiliğin kurucu öncülerinden olan Alejo Carpentier de bunlardan biridir. İnsanın sadece akıl değil bir de manevi bir yönünün (bilinçaltı, rüya vb.) olduğunu vurgulayarak olağanüstünün, mucizelerin, tesadüflerin edebî eserde temsilini amaçlayan gerçeküstü akım Latin Amerikalı yazarları “büyüler.” Paris’te gerçeküstücülerle tanışmış ve bu akımı iyi bilen Alejo Carpentier memleketine döndüğünde gerçeküstücülerin aradığı büyülü dünyanın yaşadıkları topraklarda olduğunu keşfeder ve her adımda onlara rastlar. Ama bu aydınlanmayı gerçeküstücülerin tekliflerinde yaşadığı açıktır. Ama Latin Amerikalı yazarlar zaten gerçeküstücülerin aradıkları dünyayı gündelik hayatlarının içinde bulmuşlardır. Bu anlamda gerçeküstücülük bazı rötuşlarla kendi topraklarına, Latin Amerika’ya taşındığında “büyük patlama” da gerçekleşecektir. Bu yazarlar çıkış noktalarının gerçeküstücülük olduğunu kabullenmekle birlikte akımı yeterince gerçeküstü bulmamış, yapay ve uygulayıcılarını inançsız bulmuşlardır. Kendi ülkelerinin birikimine, bilinçaltına, mitlerine baktıklarında Avrupa gerçeküstücülüğü ile aralarındaki mesafeyi görmüşlerdir.
Alejo Carpentier büyülü gerçekçiliğin manifestosu sayılan Bu Dünyanın Krallığı romanının “Önsöz”ünde bir yandan gerçeküstücülükle (sürrealizm) hesaplaşır, onların iddiaları ile inançları ve yaşamları arasındaki farklılıktan, çelişkilerden söz ettikten sonra bir anlamda onların aradığı her şeyi Haiti’de, Amerika’da, kendi topraklarında bulduğunu söyler. Carpentier yazısında tümüyle gerçeküstücülüğün temel argümanlarını anar, sıralar ve daha sonra niye orada yapay kendi topraklarında gerçek olduğunu temellendirir.
Gerçeğe bu tür yaklaşım edebiyatçıya yazınsal yeteneklerini, sezgilerini, düşlerini sergileyebileceği geniş bir özgürlük olanağı sunar. Yazar neredeyse hiçbir kısıtlayıcısı olmadan, dehşet, korku, heyecan, merak unsurlarını kullanarak metnini oluşturur. Bu tür eserler, çıplak gerçekliği taklit olmadığı için tümüyle yaratıcı güce, birikime yaslanırlar. Kurmacanın bir adım ilerisidir. Aklın, mantığın düzeneği terk edilmiş, neredeyse her şey yazarca tanımlanmıştır. Olaylar, durumlar, nesneler, onların adları sadece yazarca belirlenmiştir ve belli bir mantık işleyişine sahip, sadece kendi gerçekliğine karşı sorumlu yeni bir evrendir. Her ne kadar içinde bulunduğu bugünün gerçeklerinden kopuk olsa da kaçınılmaz olarak yazıldığı dönemin anlayışını, doğasını, düşlerini yansıtır. Çünkü düşler de yaşanan çağın, yaşananların yeniden kurgulanmasıdır.
Gerçeküstücülük-büyülü gerçekçilik-fantastik anlatımların tanımı, edebiyattaki örnekleri sadece Türkiye’de değil dünyada da tartışılan, sınırları net olarak çizilemeyen, örnekleme listeleri eleştirmenin yorumuna göre değişen bir zemindedir. Hem yazarlar bu parantez içinde anılmak istemez hem de verilen örnekler çeşitli yazarlarca yanlışlanır ve tartışılır. Ama yine de Juan Rulfo’nun Pedro Parámo, Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanları bu akımın sembol eserleri olarak üzerinde ittifak edilmiş yazar ve eserlerdir.
2024-11-05 19:38:24