Yaşam >> Yeni Şafak Hayat


İdrisîlerin Evi’nden üçüncü yola bakmak


Link [2022-12-03 06:52:20]



Dışarıdan oldukça normal görünen bir ev ve bu evde yaşayan kendi halinde insanlar... Burası İdrisîlerin Evi. Sayfalar ilerledikçe yavaş yavaş karakterlerin dünyalarını yakından görmeye başlayacağız. Anne, çocuklar, ev ahalisi… Dertler, acılar, kırgınlıklar içinde hepsi yaşamaya devam ediyor. Ama nihayetinde “Kaos bir evde birdenbire ortaya çıkmaz; ahşap oymalar, nevresim kıvrımları, panjurlar ve perde pileleri arasında usulca birikerek, kapıdan esip gelen bir rüzgârla savrulmayı bekleyen tozlar gibi pusuda bekler.”

İdrisîler için de olaylar tam olarak bu şekilde gerçekleşiyor. Bastırdıkları, beklettikleri tüm hesaplaşmalar bir kriz anında karşılarına çıkıyor. Bizi sayfaların en başında karşılayan İdrisî Hanım, Vehhap ve diğerleri söz konusu evin Bolşevik İhtilali’ne – belki de İran Devrimi’ne- benzer bir siyasal ayaklanmada, devrimciler tarafından komünal bir yaşam noktası haline getirilmesine karşı durmaya çalışıyorlar. Ancak evin işgal edilmesi tüm dengeleri alt üst etmeye yetecek güce ulaşıyor.

Bahsettiğimiz kitap veya anlattığımız hikâye, İran’ın önemli kadın yazarlarından olan ve 1996’da hayat veda eden Gazale Alizade’ye ait. İran’da 1999 yılında “Yirmi Yılın En İyi Kurmacası” ödülünü alan İdrisîlerin Evi geçtiğimiz günlerde Ketebe Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Roman, yazarın kendi hayatından izler de taşıyor. Bu nedenle çağdaş İran edebiyatının önemli örneklerinden olan eseri anlamak için Gazale’nin hayatına bakmak gerekiyor.

GÖZLERİ KAPALI YAZMAK

Gazale Alizade 1949’da Meşhed’de doğdu. Şair bir anne ve tüccar bir babanın kızıydı. Annesinin ifadeleriyle “Salkım söğütlerin, çiçekli, havuzlu bir evin ortasında mutlu bir çocuktu ama biraz da tuhaf”tı. Hayatı boyunca depresyona yatkın oldu. Bunda sürekli anne ve babasının tartışmaları içinde, huzursuz bir şekilde büyümesinin etkisi vardı. Küçük yaşlarından itibaren gözlerini bağlayarak, hikâyeler anlatır, bunları da evin yardımcısına not aldırırdı. 14 yaşında ilk kitabını yayınladı. Önce Tahran’da, sonra da Paris’te eğitim aldı. İran’ın ünlü şairlerinden Bijen Elahi ile evlendi, bir kızı oldu. Ancak evliliği pek de istediği gibi ilerlemedi. Bu nedenle boşandı.

Onu en çok etkileyen yazarlardan biri de Sadık Hidayet’ti. O da Hidayet gibi mistik arayışlar içinde kaldı. Mevlâna üzerine bir tez çalışmasına hazırlanırken babasının vefatı nedeniyle Paris’ten İran’a döndü. Kitaplarını, çocukluk alışkanlığıyla yine gözlerini bağlayarak yazdı, yazdırdı. Ürettiklerini yayınladıkça ödüller aldı. Yaşadığı dönemin önemli kalemlerinden biri oldu. İran İslam Devrimi’nden sonra rejim tarafından gözetim altında tutuldu.

AYNI BAHÇENİN İKİ KONAĞI

Gazale’nin biyografisine bu noktada bir es verip eklemeliyiz: romanı okuduktan, yazara odaklandıktan sonra aklımızda Sevim Burak’a ait bazı tortularının oluşması mümkün. Hatta İdrisî ailesiyle Sevim Burak’ın İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar’ı arasında ince bir bağ bile hayal edilebilir. İki eser arasında hikâyeler, karakterler ve anlatı açısından doğrudan bir paralellik görünmüyor. Ancak aynı anlam dünyasına hitap eden, birbirlerinden -belki- haberi olmayan ama dünyanın aynı günlerinde yaşamış iki yazarın benzer dertleri olması çok olası, değil mi? Bu nedenle İdrisîlerin ve Burak’ın malum evini aynı bahçenin iki ayrı konağı olarak da tasavvur edebiliriz. Melek ve Nıvart gibi İdrisî Hanım ve Lega’yı da birbirleriyle konuşurken bırakalım ve romanın çevirmeni olan Zeynep Özel’in kitaptaki sonsözde Gazale’nin nasıl öldüğünü anlattığı cümlelere bakalım: “Bir hikâyesinde Paris’teyken Sadık Hidayet’in mezarını nasıl bulup taşına yüz sürdüğünü anlatan Gazale, kendisi gibi vejetaryen olan ve farklı arayışlarıyla ünlü Sadık Hidayet gibi hep ölümün eşiğinde yaşamış ve mistik kişiliğine rağmen, belki de depresyona yatkın bünyesinin geçirdiği bir atak sonucu, yakalandığı kanserle de baş edemeyerek, ‘Bazgeşt’ (Dönüş) isimli öyküsündeki aydın karakter gibi tabiata geri dönmek üzere, takvimler 11 Mayıs 1996 yılı cuma gününü gösterirken, İran’ın kuzeyindeki Cevahir köyünün bir ağacında kendini asarak döngüsünü tamamlamıştır.”

Son olarak şunu belirtmeli: Yazar romanda her ne olursa olsun hiçbir karakteri tam olarak iyi veya tam olarak kötü olarak yansıtmaz. O siyah ve beyazdan değil, hep griden yanadır. Kendini ve dünyayı algılayış biçimini anlatırken, “On iki, on üç yaşına geldiğimde bile dünyayı tanıyamamıştım. Dünyayı kim tanıyabilirdi ki? Kendi etrafında dönen ve bir karanlıktan diğerine sürüklenen şekilsiz bir kütle işte” ifadelerini kullanır. O halde Claude Lévi-Strauss’u hatırlayalım: “İki şeyden biri şudur; daima bir üçüncü şey vardır.” İdrisîlerin Evi üçüncü şeyin, alternatif yolun peşine düşenler için bir hikâye sunuyor.



Çok Okunanlar

2024-11-05 19:52:00