Cihan Aktaş, kendini var etme çabası olarak tanımlanabilecek bir hayat yaşamış.
O, toplumsal rolünü yazıyla bütünleştirmiş bir yazar; bir saha insanı. İnancıyla (İslâm) birleşen kadınlığının savunusu, zamanla onu toplum içinde öne çıkan sembol isimlerden biri yapar. Bunda, gençlik yıllarında milletçe yaşanan ve uzun süren bir başörtüsü meselesinin rolü küçümsenemez. Yine de mevcut şartların bir parçası olmama, kendini alışılanın dışında var etme fikrinin kökleri daha eskilere dayanır. Henüz ilkokul çağlarındayken yaşadığı kasabayla, oradaki hayatla sınırlı kalamayacağını hissetmiş; bir bitkinin toprağını araması gibi, verimli olacağı şartları arayışı o yıllarda başlamıştır. Bağlanmayışları ve terk edişleri için “geçip gitmek” ifadesini kullanıyor. Hayatı boyunca izini sürdüğü bu hissini/düşüncesini, 2012 yılında şöyle değerlendirecektir: “O çocuğun hayatına sadık kalmasaydım, bir kasabada konuklarını ağırlamaya çalışırken içten içe çöken bir kaymakam eşi olurdum, ya da bir mimarlık bürosunda desinatör misali çizimler yapan sıradan bir mimar.”
Önce Beşikdüzü Öğretmen Lisesi (1978), sonra İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulu (1982): Seksenli yıllarda İslâmı yeni bir öğrenişle bilme ve yaşama çabası ve aynı yıllarda başlayan yazı hayatı!
Kaçtığı şey “uzlaşma”dır; yaptığı şey şartlarıyla mücadele, onları aşma! Bunun için şartlarına boyun eğen özverili anneyi değil, aykırı ve uzlaşmaz bir yanı olan babayı rol model alır. Kendini hazır kalıplarla tanımlamaya izin vermeyen, “anti-komünist” bir duyarlıkla “halkçılık”ın birleşmesinden doğan bir damar; dinamik bir atılım vardır yetişme ortamı içinde. Hikâyelerinde de ifadesini bulacak olan yeni kadınlığı algılayışı ise şöyledir: Ne annelerinin izinden giden, ne de eğitim yoluyla öğrendikleri ulusal kadın modeline uyan, onların dışında “yeni ve başka türlü bir tanımlamayı talep eden” kızlar!
HİKÂYECİLİĞİ ÜÇ DÖNEME AYRILIRHikâyeciliğini 80’li yıllar, 90’lı yıllar ve 2000 sonrası olarak üç döneme ayırıyor yazar. Hikâye yazmaya 80’li yıllarda Aylık Dergi’de başlamıştır. On üç hikâye kitabından ilki (Üç İhtilal Çocuğu) 1991 yılında yayımlanır (2000 öncesinde dört hikâye kitabı daha çıkar). Genelde bir mesele, bir duygu, hatta bir fikirden doğar Cihan Aktaş’ta öykü. İlk kitabının ilk öyküsüyle bizi, o meselelerden birinin içine sokar yazar: Kıyafeti ve hayat duruşuyla sokakta bir erkek tarafından aşağılanan çocuklu bir genç kadın vardır bu hikâyede. Aynı kadın, evde de kocası tarafından aşağılanmıştır. Kocası, huyunu düzeltmesi yönündeki uyarısına karşı çıkan kadına “işine gelmezse çeker gidersin” demiştir bir tartışmalarında.
Bu ilk öykülerindeki dil, kurgu acemilikleri zamanla gelişecek ve güçlenecektir. Ancak nasıl bir öykücüyle karşı karşıya olduğumuzu daha ilk paragraf bize anlatıyor. Kendine özgü bir canlılık ve dinamizm var o ilk paragrafta. Okuyucuya bir dil zevki tattıran.
Hikâyeleriyle, yazılarıyla “erkek egemen” olarak tanımlayacağı bir toplum yapısıdır yazarın ilk karşı çıktığı şey. Bu, onun “İslamcı” diye tanımladığı (benim kabul etmediğim bir kavram bu) ve içine dahil olduğu yeni çevrede “kendisini dava müfettişi olarak tayin eden kişiler” olarak karşısına çıkar en başta. Onlar öykü yazarken mahremiyetini açığa vurduğunu düşünmekte, bunu “dava”ya uygun bulmamaktadırlar. Daha ilk adımda önüne çıkan bu problem, onda, hayat boyu unutamayacağı bir travmaya dönüşecektir adeta. “Kimse hayal gücümüze ve kalemimize yasaklar koyamaz”dır cevabı ama yine de ‘geçip gidemez’. Son romanı Şair ve Gece Kuşu’na, oradaki şair Cevriye Banu’ya kadar onunla gelir, bu sözler. Öykücülüğünün ilk yıllarında, sadece erkekler değil, “arkadaşım” dediği kızlar ve kadınlar da evine kadar gelip dillendirir bu sözü (Bir not daha yazardan: “Kendi düşünme cesaretiyle Müslüman olmuş Odessalı bir genç kız, Asya İlçenko da ‘Yazmak içimi açmaktı, vazgeçtim’ dedi bana Kiev yolculuğumda.”).
Bir tarafıyla dışa dönük ve ataktır kişilik olarak Cihan Aktaş, içinde “nahif ve örselenmeye hazır” bir taraf da taşır ayrıca. Bazan çelişki gibi de görünen bu çift yönlülükler, hikâyeciliğinin de bir tarafını yapar. Hikâye kahramanı ve okuyucu açısından “bir öyle bakıyorum bir böyle” diyecektir bir konuşmasında, anlatılması gerekene. Böylece bu iki veya çok boyutlu bakış, dönüşerek hikâyesinin lehine bir zenginlik doğurur.
Hayata uyanışı içinde taşıyan ilk çocukluk yılları, aile, o yılların sosyal çevresi her kişilik için bir varlık temeli oluşturur. İstense de bırakılıp gidilemez. İnsan yaş aldıkça ayrı bir anlam ve değer kazanmaya başlar. “Bir Aile Yemeği” adlı hikâyesi (Unutulmayan, 2018), zamanla dağılmış, dallanıp budaklanmış olan bir ailenin bir aile yemeğinde bir araya getirilme/getirilememe çabasını başarıyla anlatır Cihan Aktaş’ın. Okudukça bir şey daha farkettim orada: Teatral bir tarafı var. Başta mekan birliği olmak üzere, hikâye boyunca gelişen hareketliliğin ritmi, konuşmalar bir tiyatro oyununa çok uygun göründü bana.
Çoğu zaman bir kadınlık haliyle, meselesiyle de buluşan birçok hikâyesinde yazar ezilmişlik, çaresizlik, yoksunluk ve yoksulluk halleri anlatır bize. Göçmenler, çocuklar, yabancı uyruklu hastabakıcılar ilgi alanındadır. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi teke indirgeyici bir bakış açısı yoktur yazarın. Kafasında bir ana izlek olsa bile insan hallerine olan dikkati başka açılar, ayrıntılar getirerek zenginleştirir hikâyeyi. Saha insanı demiştim, Aktaş için. Bu özellik onun topluma, sosyolojik olana açılan yanıdır. Fakat insan hallerini, psikolojik durumları yakalayıştaki gücü sosyo-psikolojik bir tablo çıkarır sonuçta önümüze.
“KIZIM OLSAN BİLİRDİN”Bu yazdıklarım bir giriş olarak bile azdır Cihan Aktaş hikâyeciliğini değerlendirmek için.
“Kızım Olsan Bilirdim” hikâyesi üzerinde ayrıca durmak isterdim. O hikâyede, hikâyecinin, alzaymır (Alzheimer) hastası bir kadının kendini ifade edişindeki dil akışını anlatmada ulaştığı başarı Türk öykücülüğü adına dikkate değer bir başarıdır. Bu başarı hissedilen acıyı da aynı derecede arttırıyor.
2024-11-09 04:52:04