Yaşam >> Yeni Şafak Hayat


Anadolu’ya sevdalıydık


Link [2022-10-16 00:14:30]



Sevgili Ayla Algan ile evinde ikinci buluşmamız. İlk kez 2019’da çaldığım ve bir röportaj asistanı olarak girdiğim kapıdan bugün kendi sorularımı sormak için giriyorum. Algan, beni daima gülen gözleri ile karşılıyor ve içeri davet ediyor. Salonun ortasında bir ders tahtası, gelecek dersi için hazır duruyor. Algan, salon duvarlarını süsleyen annesi Nevzat Kasman’ın resimleri eşliğinde film gibi hayatını anlatmaya koyuluyor.

BABAM KÜÇÜKÇEKMECE’YE NASIL SIĞDI

Şişli Osmanbey’de oturan ressam bir anne ve tüccar bir babanın tek evladı Ayla Algan. Hem anne hem baba tarafı Giritli. Babası Vedat Kasman, Girit’te oldukça varlıklı bir ailenin oğluymuş. Türkiye’ye geldiğinde ise 18 yaşındaymış. Tüm mal varlığını orada bırakıp öylece beş parasız bir şekilde gelmiş ana vatanına. Yunanca bildiğinden telgrafhanede işe başlamış, aynı zamanda da çeviriler yapıyormuş. Hem Türkiye, hem aile için yokluk günleri diyebiliriz o yıllar için. Şişli’de oturdukları ev kiraymış. Algan, evdekilerin “Aa, iki çocuğun köftesi var, ona dokunmayın” dediklerini hatırlıyor. “İkinci Dünya Savaşı zamanları… O zaman da herkes fakirdi, bizler de ekmeği karneyle alırdık. Babam askere iki kez gitti mesela. Hatta ikinci askerliğini Küçükçekmece’de yaptı. Ben de küçücük bir çocuktum, anlayamazdım ‘Kocaman adam küçücük çekmeceye nasıl sığdı?’ diye düşünürdüm” diyor. Baba Vedat Kasman, yıllar sonra Yunanistan’ın eski başbakanı Eleftherios Venizelos’un izin vermesi ile Girit’e giderek tüm mal varlığını satıp gelirleriyle geri dönmüş. Ama aile yine kirada oturmaya devam etmiş.

“Babam tüccar, istediğim evi kiralarım düşüncesiyle hiçbir evi satın almazdı, sermayesini malına, işine yatırıyordu” diyen Algan babasının tam aksi. “Ben ev delisiyim Türkiye’ye döndükten sonra onlara da ev aldırdım. Ev kurmak hep çok hoşuma gitti. Belki de tek çocuk olmanın getirisi bu. Ev benim için kutsaldır. Muhsin Hoca da benim gibiydi, ‘Bir eviniz olsun, orada beyaz peynir de taş da yeseniz kimse duymaz’ diyordu” ifadesinde bulunuyor.

ANNE KARNINDA SANATA ŞAHİTLİK

Annesi Nevzat Kasman, İbrahim Çallı’nın öğrencilerinden. Bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar olan akademide dersler alıyor. Hatta kızı Algan’a hamileyken bile bu derslere devam ediyor. Yani Ayla Algan sanatla henüz anne karnında iken tanışıyor. Nevzat Kasman, yetenekli bir ressam olsa da o dönem insanların sanata ve resme yatırım yapabilecekleri bir dönem değilmiş. Galeriler sayıca azmış ve yeteri kadar satış yapamıyormuş. Bu nedenle Kasman, çizim yeteneğini stilistlik alanında kullanmış. Senede iki kez Paris’e giderek koleksiyonlar önerir, tasarımlarını satarmış. Annesinin her Paris’e gidişi Algan için hüzünlü olurmuş. Karaköy’den transatlantik gemiye binen annesini yolcu etmeye gittiği günleri şöyle anlatıyor: “Ona, ‘Annecim yine gidiyorsun’ dediğim ve ağladığım zamanları çok iyi hatırlıyorum. Yolcu ettikten sonra gider eve elbiselerini koklamaya başlar, ağlardım. Ama ona göstermezdim. Çünkü ben bana, ‘Sen izin veriyorsun diye ben gidebiliyorum, sen izin vermezsen gitmem’ diyordu. Ben de güya izin veriyor, ‘Gelirken bebek al bana’ diyordum.” Algan annesi için, “Üretmeden yapamazdı” diyor. Geleneksel Türk motiflerinden, çini desenlerinden etkilenir, tasarımlarında sık sık kullanırmış. Örneğin, ilkbaharda tasarımlarına lale motifleri koyar, karanfil desenleri çizermiş. Çizimlerini Paris’te Christian Dior’a götürürmüş. Onlar da hem renklere hem desenlerine bayılırlarmış. Bir seferinde koyu mor ile cam göbeği renklerini tasarımında bir arada kullanmış. Algan, bu renk kombinasyonu karşısında Paris’in ayağa kalktığını anlatıyor.

KUR’AN’I FRANSIZCA OKUDUM

Yazlarını Büyükada’da yine Osmanbey’de olduğu gibi kozmopolit bir ortamda geçirmiş. Evleri sıklıkla sanatçı, şair, gazeteci misafirlerle dolup taşarmış. Bu şenlikli, cıvıl cıvıl evden sonra ortaokul eğitimini İstanbul’da aynaya bakmanın bile yasak olduğu, katı disiplinli bir Katolik okulu olan Notre Dame de Sion’da almış. Buradaki katı disiplinle geçen günleri şöyle anlatıyor: “Türkçe derslerimiz de vardı. Dinimize karışmazlardı yalnız bizi kapatıyorlardı. Koyu renkli fileler, şapkalar ile başımızı kapatır, kapkara çoraplar giyerdik.” Notre Dame de Sion’un ardından lise öğrenimi için bu kez ailesinden çok uzaklara Fransa’ya Versailles Lisesi’ne başlamış. Lisede eşi Cezayirli olan bir edebiyat öğretmeni varmış. Algan’ı fark edince yanına gelip, “Sen Müslüman mısın, Kur’an’ı okudun mu?” gibi sorular sormuş. Algan, “Eski Türkçe okumayı bilmiyorum. Biz sadece Kur’an’ı öpüp başımıza koyarız” diyince ona Fransızca Kur’an çevirisini okumasını tavsiye etmiş. Bu okumalardan nasıl etkilendiğini “Ben Fransızcasını okudum ve oradan neler çıkardım… Kur’an ne demek, namaz ne demek öğrendim. Ben yoga biliyordum, namaz nedir bilmiyordum. Baktım ki soğuk su ile abdest almak yogadan önce nöronları ıslatmak gibi. Halalarım namaz kılıyordu ama onlar da Girit göçmeniydi yarı Türkçe yarı farklı bir dile sahiplerdi” diyerek anlatıyor Algan.

Liseden döndüğü yaz, henüz 19 yaşında bir genç kız. Sık sık arkadaşlarıyla partilere katılıyor, iyi de dans ediyormuş. Bu buluşmalardan birinde Beklan Algan ile tanışmış. Yılbaşında tanışıp 27 Ağustos’ta evlenmişler. Bu yıldırım gibi tanışma ve evlilik kavgasız gürültüsüz, tam 53 sene, Beklan Algan’ın vefatına kadar büyük bir aşk ve bağlılıkla sürmüş. Önce Amerika sonra Paris ve Almanya… Pek çok ülkeye birlikte gitmiş, sanatlarını birlikte icra etmişler.

BALAYINA DEĞİL ÇALIŞMAYA GİTTİK

Amerika’ya taşınmaları Beklan Algan’ın ailesinin işi sebebi ile olmuş. “Beklan da köklü bir ailenin oğluydu. Ama benimkine göre çok ciddi bir ailesi vardı” diyor Algan. Ailenin krom madenleri varmış ve şirket Niagara Falls’taymış. O dönemde tüm yeni evli çiftlerin balayı için gittiği yere onlar çalışmak için gitmiş. Kanada’da bulunan bu yer Niagara Şelalesi dışında yalnızca fabrikaların ve fabrika işçilerinin evlerinin bulunduğu sıkıcı bir şehirmiş. İkisi de burada yaşamaktan mutsuzmuş. “Beklan, o işi yapmayı o kadar istemiyordu ki, kromların oraya çıktığında başı tutuyor, düşüp bayılıyordu” diyor Algan.

Tiyatro tutkusunun peşinden giden ilk Beklan Algan olmuş. Önce o, ardından onu kıskanarak Ayla Algan New York Actors Studio’ya girmiş. Algan, giriş sınavlarının zorluğu ile tanınan Actors Studio’ya girmek için elma ağacı olmuş ve çift Kanada’dan New York’a taşınmış. “Sonra zaman geçti Beklan’ın ailesi ile aramız bozuldu. Babası maden mühendisliği okulunu bitirsin istiyordu. O zamanlar kimse çocuklarına tiyatrocu ol demiyordu ki” diyen Algan, bugün tiyatrocu olmaları için çocuklarını yüreklendiren anne babalara şöyle sesleniyor: “Şimdi bakıyorum da helal olsun diyorum pek çok anne babaya. Hani bana öğrenci yolluyorlar ya. Biz çok namuslu bir sanat dünyası yaşadık. Ayrılma yok, kavga gürültü yok. Kendi başımıza ilerlemeye, vatana layık olmak için çalıştık. Bu yüzden bugün her anne-baba bana çocuğunu yollarken, ‘Size emanet’ diyor. Bugün hala benimle kalan öğrencilerim var. Gelir, hatta burada yatıya kalır eğitimleri bitince giderler.”

Algan, “Yetenek inanmıyorum, yaratıcılığa inanıyorum” diyor. Yetenek onun için “Ne olmak istediğini çok iyi bilmek ve bunun için çalışmak”mış. Eğer ne olmak istediğinden emin değilsen on sene de on beş sene de çalışılsa bir sonuç elde edilemeyeceğini söylüyor. Oyuncu olmak isteyen bir gencin muhakkak, psikoloji ve sosyoloji bilmesi gerektiğine inanıyor Algan. Aynı zamanda kendini sürekli geliştirmek için okumalar yapması ve eğitim alması gerektiğini savunuyor.

HAYATIMIN ROLÜ HAMLET1980’de Berlin’e giden Algan, burada Schaubühne Tiyatrosu’nda dört yıl boyunca işçi tiyatrosu yapmış. Türkiye’den işçi gidenlenlerin hikâyeleri yine oradaki Türk işçilere sergilenmiş. Özellikle “Giden Tez Geri Dönmez” oyunu çok sevilmiş. 1984 yılında ise İstanbul’a dönerek meslektaşlarıyla birlikte BİLSAK Tiyatro Atölyesi’ni kurmuş. O gün bugündür Türkiye’de tiyatro çalışmalarına ve yeni oyuncular yetiştirmeye devam ediyor. “Bir rol olsa, sonsuza kadar onu oynasam” dediği bir karakter olup olmadığını soruyorum Algan’a. Tereddütsüzce “Hamlet” cevabını veriyor ve nedenini anlatıyor: “Çok zor bir oyun. Kadın veya erkek oynasın fark etmez. O adamı anlamak çok zor. Bir kere Orta Çağ’ı deşeceksin. O günün sosyolojiyle Pre-Rönesans’a gideceksin. Çünkü Hamlet, Pre-Rönesans. Oyunda Shakespeare bir gönderme yapmış. Okuduğu yer, Gutenberg Üniversitesi. Orada kim var? Protestanlığı kuran Martin Luther. Bugün iki Hamlet oynuyor ama bu oyuna bugünün gözünden bakmak olmuyor. Bambaşka bir iş bu, ihtiyarların işi. Ben 86 yaşındayım. Tiyatro için 86 sene az mı?”REDDEDİLEN FIRSATLARDünya çapında bir dijital dizi/film platformunda oynamak bugün bile pek çok oyuncunun hayali iken böyle teklifleri defalarca reddeden Algan’a soruyorum, “Herkes vatanını sever ama bu cazip teklifleri reddedecek kadar vatana düşkünlük nasıl olur” diye. “Bilemiyorum… Babam Girit göçmeni idi, Giritli idi. 18 yaşında Türkiye’ye geldi. Annem bu topraklarda doğmuş bir Giritli. Hatta annemin büyük babası da. Bunlar hem sapına kadar Müslümandı hem de vatanperverdi” diyerek cevaplıyor. New York Actors Studio’da aldığı eğitimden sonra önce Hollywood, ardından Fransa’nın en büyük ajanslarından teklifler geliyor. Algan’ın bu teklifleri reddedişi ise her seferinde ülkesi ve gelenekleri için oluyor.

Hollywood’da starlar dönemi devam ederken, yetenek kaşifleri Algan’ın da peşine düşüyor ve Colombia Pictures, Algan’dan komedyen Fannie Brice’in hayatını anlatan Funny Girl filminde oynamasını istiyorlar. Öyle ki teklif Algan’a gider gitmez Times dergisinde, “Funny Girl’ü bir Türk kızı oynuyor” haberleri çıkmaya başlıyor. Algan, yalnızca bir film diye düşünerek kabul etmek niyetindeyken onu uyaran ise New York Actor Studio’nun eski öğrencilerinden Marlon Brando oluyor. Algan’a “Burada kalmaya niyetli değilsen, bu piyasaya girmek istemiyorsan sakın imzalama. Ben Columbia Pictures’tan hâlâ kendimi satın alamadım” diyor. Böylece “Sen tanınmıyorsun, biz seni tanıtacağız, yetiştireceğiz. Senin için masraf yapacağız” vaadinde bulunan Columbia Pictures ile hayatını bağlayacak sekiz yıllık kontrat imzalamaktan vazgeçiyor. Algan, hayatını değiştirecek bu teklifi reddedişini, “Amerika zaten bizi sersemletmişti.Hollywood’a gidersem okulu belki de kocamı bırakacaktım. Biz hâlâ geleneklerine bağlı bir karı koca idik. Anadolu’ya, Türkiye’ye sevdalı oyunculardık. Onun için hiç pişman değilim” diyerek anlatıyor.

Bir fırsat da bu kez Fransa’da yaşarken ve Mehmet Ulusoy’un Özgürlük Tiyatrosu’nda oynarken geliyor. Algan gelen teklifi şöyle anlatıyor: “Ölü Canlar’da Rus bir kadını canlandırıyordum. O sırada oyuna Brigitte Bardot’un da ajansı olan Fransa’nın en büyük ajansından bir kadın geldi. ‘Siz Rus değil misiniz’ diye sordu. ‘Yok madam’ dedim. ‘Vallahi ben Rusum beni bile kandırdınız’ diyerek tebrik etti. Ardından bana bir rol teklif etti. Belmondo’yla oynayacağım güzel bir film teklifi. Bir mafya filmi, benim rolüm çok iyi. Esrar içen kadınları koruyorum. Ama gel gelelim film Türkiye’yi rezalet gösteriyor. O sırada da dünya Bülent Ecevit’ten haşhaş ekimi için hesap istiyordu. Halbuki Türkiye yalnızca ilaç sanayii için kullanıyordu. Ben böyle bir filmde oynasaydım bunun hesabını canlarıma, can kardeşlerime nasıl verecektim?”

MUHSİN ERTUĞRUL KEÇİLERİ KAÇIRMIŞ“Muhsin Hoca, Şehir Tiyatroları’nın başındaydı ama gelir giderdi. İstifası cebinde hazırdı” diyor Algan, Muhsin Ertuğrul için. İstemediği bir şey yaptıkları zaman şapkasını giyer, “Allah’a ısmarladık” der gidermiş. Şehir Tiyatroları’nın başına son gelişi 1958 yılında olmuş. Bu dönemde çoğu yurt dışında eğitim görmüş yeni kuşak tiyatrocularla yeni bir dönem başlatmış. Üsküdar Tiyatrosu’nu ve Kadıköy Tiyatrosu’nu açmış ve Rumeli Hisarı temsillerini başlatmış. Ayla Algan ve Beklan Algan’ı da çağıran Muhsin Ertuğrul’muş. Rumeli Hisarı temsilleri başladığında Ertuğrul için çıkan bir söylentiyi Algan şöyle anlatıyor: “Kim çıkardı bilmiyoruz ama Muhsin Hoca için bir söylenti çıkmıştı, “Muhsin Ertuğrul, keçileri kaçırmış” diye. Bu söylentinin iki anlamı vardı. Birincisi sahiden o zamanlar Rumeli Hisarı’nda bizim tiyatro yaptığımız yerde keçiler otluyordu. “Muhsin Ertuğrul ıssız bir yere tiyatro kurdu” diye keçileri kaçırdı sandılar. O dönemde o bölgede bırakın bir gazinoyu tost yapan bir büfe bile bulamazdınız. Bugün cami olan o yerdeki amfiyi Muhsin Ertuğrul kurdu ve oradaki tiyatro çok tuttu. İnsanlar otobüslerle gelmeye başladılar. O yüzden bu laf iki anlamlıdır. Burada geçmişte cami olduğu için bazı insanlar bunu yanlış buldu ama biz orada klasik oyunlar ortaya koyduk. Avrupa’da, bilhassa Fransa’da böyle dini yerlerde, eski şatolar önünde hep tiyatro yaparlar. Dini oyunlar örneğin, İsa’nın kurtarılması gibi oyunlar oynarlar. Müslümanlıkta görsel olmadığı için hitabet daha önde. Ama biz de okuyan okumayan herkesin anlayabilmesi için hep ağır, öğretici oyunlar sergiledik.” Yine Rumeli Hisarı’nda Beklan Algan’ın Macbeth’ı oynanırken oyuncular yalnızca sahnede kalmayıp tüm surları oyunun bir dekoru olarak kullanmış. Hatta surlara asılı Orta Çağ bayraklarını gören tekneler, gemiler “Burada ne oluyor?” diye şaşırıyorlarmış. BİR OYUNCUNUN YEDİ HOCASI OLURRumeli Hisarı’nda oynanan oyunlar çok ilgi görse de bu oyunların maliyetlerini karşılamak ekip için zorlayıcı oluyormuş. Örneğin, tiyatroya gidip gelme maliyetinden kısmak için oyunculara orada eski, yıkılmak üzere bir yalı kiralanmış. O dönemde bölgedeki yalılar, yıkılıp yerine apartman yapılması istendiği için bilinçli bir şekilde tamir edilmiyor, bakım yapılmıyormuş. Dolayısıyla bu üfleseniz yıkılacak yapılar çok ucuza kiraya veriliyormuş. Algan, “Biz tuttuğumuz yalı ayakta kalsın diye elimizden geleni yapıyor, bakıyor onarıyorduk” diyor ve yalıya gelen ünlü iş adamı Vehbi Koç ile olan anılarını anlatıyor: “Biz yalıda otururken bir gün Vehbi Koç ziyaretimize gelmek istedi. Biz de çok sevindik. Herhalde şehir tiyatroları için bir yer daha açar diye düşündük. Çünkü sadece bir tiyatro vardı. Biz hazırlık yaptık, Vehbi Koç Bey bizim yalıya geldi. Muhsin Hocayla yalının terasında oturdular, konuşuyorlar. Biz de pencerelerden bakıyoruz. Bakalım Vehbi Koç bize bir tiyatro yapar mı yapmaz mı diye. Beş on dakika sonra Vehbi Koç ‘Allah’a ısmarladık’ dedi, gitti. Biz de paldır küldür indik aşağı. ‘Hocam, ne dediniz de adam kaçtı?’ diye sorduk Muhsin Ertuğrul’a. ‘Hiçbir şey demedim’ dedi. Meğer Koç, ‘Tiyatro para kazandırır mı?’ diye sormuş. Hoca da ‘Bir tiyatro oyuncusunun yedi hocası olur. Diksiyon, beden hocası, rejisörlük için başka, yazarlık için, edebiyat için başka bir hocayla çalışılır. Böyle olunca para kazandırmaz’ demiş.” ERİVAN’DA ÇANAKKALE TÜRKÜSÜ

Tiyatronun yanında müzik çalışmalarıyla da tanıyoruz Algan’ı. Üstelik bir solist olarak ülkesini ve kültürünü dünyanın dört bir yanına taşımış. 1972-1979 yılları arasında Paris’te yaşarken Turizm Bakanlığı’nın isteği üzerine Yunus Emre’nin 650. yıl dönümü için bir albüm hazırlamış. Kızı için isim ararken yine Yunus Emre’den ilham alışını şöyle anlatıyor: “Bütün dünyaya daha 13’üncü asırda ‘Sevelim, sevilelim’ diyen Yunus Emre’yi tanıtıyordum. Anadolu’da yaşayan Yunus Emre, bu sözleri söylerken, o sırada Avrupa karanlık çağını yaşıyordu. Ben bu dünyaya davi için gelmedim, yani kavga etmeye gelmedim, barış için geldim demek yerine ‘sevi’ için geldim diyor şiirinde. Dolayısıyla kızıma koyduğum ‘Sevi’ ismi hem barış hem de aşk yerine geçiyor.” Ayla Algan, müzik çalışmaları ile önce 1973’te Bulgaristan’daki Uluslararası Altın Orfe Şarkı Yarışması’nda savaş karşıtı bir şarkı söyleyerek ikincilik almış. Ardından 1977’de Polonya Sopot Festivali’nde Kızılderililerin sorunları üstüne bir şarkı ile bu kez dünya birinciliğini kazanmış. Şarkı söylediği sırada Dışişleri Bakanlığı’na bağlı devlet sanatçısı olarak pek çok ülkeye gitmiş. Bu turnelerden birinden güzel bir anısını bizimle paylaşıyor: “Dünya birinciliğini kazandığım zamanlar. İlk gittiğim yerlerden biri Erivan. Biliyorsunuz Ermenilerle büyük iç savaşlarımız var. Ben onlara iç savaş diyorum. Vereceğim konsere Ermeni şair Aznavour’un yine Ermeniler için yaptıkları bir şarkı ile başlayayım dedim. Politik kavga olmasın diye. Hiç oralı olmadılar. Şarkı bitti ve benden Türkçe Çanakkale Türküsü’nü istediler. Bana “Gardaşım, o şarkıyı söyle” dediler. Bunu söyleyen Ermeni izleyiciler. Orkestraya döndüm ve ‘Siz biliyor musunuz bu şarkıyı ne yapacağız?’ diye. Hiç prova yok, müzik başladı ben söyledim sonrasında halvet olduk seyirciyle. Ardından benim kadın özgürlüğü için yaptığım Koca Öküz şarkısını söyledik. Çok güzeldi.

Metin Akpınar'a bir tepki de İsmail Yeşilbağ'dan geldi: Amerikan yanlısı solcu sanatçı



Çok Okunanlar

2024-09-20 12:25:50