Yazarlar >> Milliyet


‘Tarik daha keyifli bence’


Link [2022-10-09 15:22:20]



Sevdiği hiçbir şeyi az sevemeyen mimar Kâmil Özkartal, 1962’de 10 yaşındayken aldığı ilk kalemiyle başlayan koleksiyonu onu alıp başka yerlere götürmüş. Aklımı kurcalayan bir konuyu, 9 yıl önce almak istediği kalemi neden bunca yıl almadığını da sordum...

Mimar Kâmil Özkartal ile ilk kez 2013’te Mürekkepbalığı dergisinin ilk sayısında yayımlanan röportaj vesilesiyle tanıştım. Pandemi nedeniyle verilen zorunlu aradan sonra tekrar karşılaşınca bir kez daha anladım ki Kâmil Özkartal’ın yazıya, kaleme duyduğu tutku ve heyecan hiç solmamış. Kalem dünyasında tanınan sevilen ve gıpta edilen biri olsa da tanımayanlar için kısaca anlatarak başlayayım:

Kâmil Özkartal’ın kalem merakı, mimar olmasına da neden olan büyük kuzenine özenmesiyle 1962’de başlamış. Bayram harçlıklarını biriktirip Beşiktaş’taki Birsen Kırtasiye’ye gitmiş ve mekanik bir kurşunkalem almış.

En değerli kalem

10 yaşındayken kendisini mimar gibi hissettiren bu kurşunkalem, koleksiyonun ilk önemli parçası ve Kâmil Bey için “Dünyanın en değerli kaleminden daha değerli.”

1970’te mimarlık öğrencisiyken bir arkadaşının elinde daha önce görmediği tür bir dolmakalem (Lamy 2000) görür. Yeni Zaman isimli kırtasiyede satıldığını öğrenince hemen gidip bir tane edinir. Yurt dışına çıktığında edindiği kalemlerle koleksiyonu büyümeye başlar. 30 yıl boyunca kalemleri kutularında sakladıktan sonra 2000’li yılların başında “Çok sayıda kalemim var, koleksiyoner miyim yoksa?” diye düşünür ve kalemlerini tasnif etmek ister.

Paris’te sınırlı üretim kalemler satan küçücük bir dükkânda koleksiyoner kutuları görür, ondan sonra kalemlerini sınıflandırmaya başlar. Bürosunda gördüğüm kalemlerin estetik bir bütünlük takip ettiğini, yüksek bir zevk sahibi biri tarafından alındığı çok belliydi. Estetik deyince benim aklıma Rönesans ve Medici ailesi sayesinde dünya sanat tarihini değiştiren Floransa geliyor. Floransa’dan söz edince Kâmil Özkartal’ın da aklına gazetemizin yazarı mimar Sinan Genim geldi.

Sinan Bey ile sizden söz ettik geçen hafta. 70’inci yaşınız vesilesiyle çok güzel bir mektup yazmışsınız ona. Yeni yaşınız kutlu olsun.

Sağ ol, 70’i devirdik evet. Sinan Genim benim hocamdır, çok doğru dürüst bir adamdır, çok severim. Hakikaten severim yani. Bu vesileyle bir anımı anlatayım, bundan 7-8 sene evvel Floransa’ya gittik. Gece vakti, saat 10 gibi yemek yiyoruz, hava da harika. O meşhur Davut heykelinin karşısında oturmuşuz. Bir yanda Brunelleschi’nin kubbesi görünüyor. Yani Santa Maria del Fiore Katedrali. Manzara müthiş, coşkuya kapıldım. Dedim ki telefon edeceğim, paylaşmak istedim birden. Saat farkı var tabii, dedim ki Sinan Ağabey, bu saatte aradım beni affet. “Ya rica ederim” dedi. Bak dedim böyle böyle bir yerdeyim aklıma sen geldin, paylaşmak istedim. “Vay be, çok iltifat ettin bana sağ ol” dedi. Sonra ekledi “Buluştuğumuz bir gün Brunelleschi’nin kubbesiyle Süleymaniye’nin kubbesi arasındaki kavramsal farklarla birlikte neden ikisinin farklı sürelerde inşa edildiğini de anlatacağım” dedi.

Süre olarak derken?

Biri 150 yılda yapılıyor diğeri 7 yılda. Bu arada Sinan ağabey ile çok hoş bir anım daha var onu anlattı mı?

Yok, anlatmadı.

Şimdi pandemiden beri üç yıldır hiçbir yerde görüştüğümüz yok da böyle fiyakalı adamların yanındaysak eğer “Anlatsana şu hikâyeyi” der bana. Çünkü ona ben anlatmıştım.

Lütfen anlatın.

1974’te mezun oldum. 1973 olsa gerek, bizim mimarlık tarihi hocası Prof. Dr. Behçet Ünsal var. O tarihte 70’lerinde filan ben de 20 yaşındayım, o dinozor gibi geliyor bana. Şimdi ben 70 yaşındayım. Biliyorsun görecelidir kavramlar. Kime göre, neye göre? Annem 93’ünü sürüyor, sen bilmezsin gençsin diyor! Neyse hocanın bir ödevi var, bir rölöve bir çeşme, Osmanlı çeşmesi çiziyorum. O sırada efsane mimar Kemal Ahmet Arû hocamız rahmetlinin de şehircilik dersinin teslimatı var. İkisi çakıştı. Teslim tarihine az kalınca anladım ki ikisini birden yetiştiremem, bari birini tam yapayım. Birini yetiştiriyorum ama öteki ödevi de veremezsek bu sefer imtihana da giremiyorsun, toptan kalıyorsun. Ne yapacağız filan derken üç gece hiç uyumadım.

Bu süre boyunca annem de durmadan “Bak sürmenaj olacaksın, uyuman lazım rica ediyorum böyle olmaz” dedi. Ben de “Anne bu sürmenaj ne ya” dedim. “Sürmenaj” dedi “çok fena bir hastalık, böyle zihnin tamamen bloke olur, hiçbir şey anlamazsın, hiçbir şey yapamazsın artık.” Neyse ikinci günün sonu üçüncü güne geçtik. Annem “sürmenaj olacaksın” demeye devam etti. Birden aklıma geldi ki çarşamba akşam saat 5’te teslim edeceğiz iki ödevi de. O saatten sonra oturup bakacak halleri yok ya ertesi gün sabah 9’dan 10’dan itibaren bakacaklar. Halbuki ben o gece çalışsam, ikinci ödevi de teslim edebilirim. Sinan Genim de Behçet Ünsal’ın asistanı ve öğrenci dostu bir ağabeyimiz. O sırada ben 21 yaşındayım, Sinan Ağabey de 28 yaşında. Neyse o bize “Telefon numaram burada, Topkapı Sarayı restorasyonunda çalışıyorum, aklınızda olsun bir probleminiz olursa beni arayın yardımcı olurum” demişti, verdiği numara da saraya ait. Cep telefonu filan öyle şeyler yok. Bizim evde ise güçbela edindiğimiz uzun kablolu bir telefon var, yukarı çıkarıyoruz aşağı indiriyoruz filan. Karar verdim Sinan Ağabey’e, ben 5’te teslim edemiyorum ertesi sabah 9’da al ödevi diyeceğim. Kabul ederse 10 saatim oluyor. Arayacağım, telefonun olduğu odaya gittim, annem orada ütü yapıyor.

Yine “Söz dinle evladım, sürmenaj olacaksın bu tür hastalıklar bir kez gelince zor tedavi edilir” demeye başladı. “Günlerdir uyumuyorsun bu kadar olmaz sürmenaj olacaksın” diye tekrar tekrar söylüyor. Ben de bir telefon edip çıkacağım dedim. Numarayı çevirdim, sonra Topkapı Sarayı mı, dedim. Karşıdan “Evet,” denince, ben de Mimar Sinan ile görüşebilir miyim, dedim. O an birden annem dehşet içinde ütüyü bir yana attı ve ağlayarak “işte oldun, sürmenaj oldun, demiştim ben sana!” demeye başladı. Bu olaydan 30-35 yıl sonra hikâyeyi Sinan Ağabey’e anlattım.

Hedef mi tarik mi?

Kâmil Bey biraz da koleksiyonunuzdan konuşalım, 2013’te almak istediğiniz bir kalem var mı diye sormuştum, siz de Namiki Emperor Urushi Red demiştiniz. Aldınız mı o kalemi?

Hayır. Bir sürü kalem aldım, onu almadım. Alamadım değil, bilerek almadım.

Yoksa o kalem sizin Kızılelma’nız mı?

Kızılelma tabiri çok doğru, yani ben Kızılelma’ya doğru gidiyorum. Hani denir ya hedef mi tarik mi? Tarik daha keyifli bence. Bir hedef koyup ona ulaştığımda aldığım zevk geçen sürenin karesi kadar tekrarlanır. Buna karşılık 2003 veya 2005’te çıkan bir kalem vardı. Montegrappa’nın Zümrüdüanka kuşu temalı bir kalemiydi. Phoneix, sınırlı sayıda üretilmişti. Tam dört kez uğraştım ama alamadım. Tükenmişti. Geçen ay ise müthiş tesadüfler zinciriyle nihayet aldım.

Hayırlı olsun, yol uzadıkça keyif de artıyor demek.

Disiplinli, programlı biriyim ama hiç benden beklenmeyecek böyle enteresan huylarım vardır. Mesela burada ömrümün sonuna dek kullanamayacağım kadar çok mürekkep var, ya biterse diye. Evde ise iki ömürlük mürekkep var, keza kâğıtlar öyle, her şey yedeklidir her şey. Fakat şehrin içinde dolaşırken benzin depomun tamamen bitmesini beklerim. Kalan benzinle hesaplarıma göre 50 - 52 km yapabilirim derim 48’e geldiğimde inanılmaz bir heyecan hissederim. Acaba nerede bitecek diye, nasıl olacak diye. Bundan 28-30 sene kadar önce hesap tutmadı tam Galata köprüsünün ortasında kaldım. Karaköy’de bir sınıf arkadaşım vardı. Çabuk fırla gel, dedim. “Ne oldu benzinin mi bitti yoksa?” dedi. O biliyordu bir tek. Beraber ittik arabayı. 3-4 ayda bir böyle kilometreleri sayarım.

Mürekkep dediniz, zaman içinde zevkiniz değişti mi?

Şöyle. Doğrusu siyah, lacivert veya maviyi çok tercih etmiyorum. Sevmiyorum demiyorum. Harika maviler var ama renkli mürekkep sanki daha bana uygun daha ihtiraslı gibi geliyor. Bordo, kırmızı, mor bazen de sepya ama ille de yeşil. Yeşilin şöyle bir hikâyesi vardır, rahmetli Fatin Rüştü Zorlu soyadı gibi zorlu bir insan. Mutlaka yeşil mürekkep kullanarak Zorlu’nun Z harfinin ucunu iyice çekip uzatır kâğıdı yırtmayı denermiş ve çoğu zaman da bir delik açarmış. Zorro’yu bilirsiniz, kılıç mücadelesinin sonunda rakibinin göğsüne bir Z harfi çizer ya ve kanar böyle. İşte Fatin Rüştü Zorlu da mürekkeple bunu yapmak istermiş. . Şimdi bunlar hayatı enteresan kılan şeyler. Düz insanlar böyle şeyleri bilmezler, dümdüz bilirler. Hangi insanlar böyle olmazlar bilmiyorum ama yani ben böyle olmaktan çok hoşnudum doğrusu. Onun için favori rengim yeşil olabilir. Japon mürekkebi var renk olarak şu aralar en iyisi. Kırmızı müthiş, bordo müthiş.

Iroshizuku galiba.

Evet, Iroshizuku. Demem o ki 1962’den beri olan kalem merakım artarak devam ediyor. Karesiyle artarak devam ediyor. Zaten ben meraklarımın hiçbirini salmam hepsini çok çekerim. Onun için bu tutkular hayatı çok keyifli kılıyor. Ben şimdi 70’i geçtim ya. Dehşete düşmüş durumdayım. Bak gerçekten dehşete düşmüş durumdayım, tüm samimiyetimle söylüyorum. Fakat hiçbir konuda durulmadım. Coşkum katlanıyor böyle. Halimden tavrımdan da belli oluyordur.

Heyecanınız, belki de zevklerinize, hobilerinize tutunmaktan geliyor olabilir mi?

Ben mi zevklerime tutunuyorum zevkler mi bana tutunuyor onu tam bilmiş değilim. Zevkler de biraz bana tutunuyor, ben de onları biraz çekiştiriyorum galiba.

Peki yeni çıkan kalemleri nasıl buluyorsunuz?

Artık yeni kalemleri pek beğenemez oldum Mehmet Beyciğim. Çok süslü kalemler yapılıyor. Kullanmadıkları halde bu kalemleri alanlar var. Benim kalem merakım birçok kişiye göre farklı. Ben onları deli gibi kullanmak istiyorum, yazmak istiyorum. Yazmadığım kaleme sahip olmak istemem. Şimdi zümrüdüanka da süslüdür, heykelimsi bir kalemdir ama arada öyle bir kalemim de olsun istedim. Yani böyle heykel formunda bir kalem. Namiki ise tam tersi çok minimalisttir. Emperor’da alışıldık hiçbir çizgi yoktur. Hatta klipsi doğrudan üzerine yapışır ve kapakla gövde arasındaki o ince çizgi bile görünmez. Öylesini severim.

Kesik uçlu kalemleri seviyorsunuz.

Kesik ucun da italik olanını seviyorum. Olabildiği kadar kalın olanı da tercihimdir. Hatta Montblanc’ın böyle bir ucu var neredeyse 2-3 milimetre mi ne kalın yazar. Onu çok severim. Genç bir çocuk var, Ahmet Çarpık var biliyorsunuz uç yapıyor.

Biliyorum, Beyoğlu Belediyesi’nin düzenlediği Kalem Cemiyeti Toplantısı’nda tanıştık.

İşte yıllardır ucunu sevmediğim için kullanamadığım birkaç kalemi yolladım ona istediğim gibi yaptı, çok mutlu oldum. Mühendis ol, bu işi devam ettir dedim ona. Mühendis olmadan Ahmet usta olursun. Öteki türlü mühendis Ahmet olursun. Bu önemli bir kavram. Şimdi biraz önce yeni kalemler diyorduk, senede 3 tane 4 tane bilemedin 5 tane kalem çıkarırdı büyük firmalar. Şimdi çok sayıda kalem çıkarıyorlar ve seçimleri bana göre yeteri kadar kültürlü adamların seçimi değil. Almanya’dakilerden bahsediyorum. Ve kalemler yazmıyor. Ben o kalemlerin birkaç tanesini Ahmet’e yolladım da kalemler yazmaya başladı.

Murat Usta’ya da gidiyorsunuz.

Murat’ın dayısına giderdim 40 yıl önce. Babam götürüp beni tanıştırmıştı.

Yazmayan kalemler

Yazmayan bu özel üretim kalemler çok tuhaf değil mi?

Almanya’da yaşayan biri var. İsim söylemeyeyim şimdi yazarsın mazarsın. O adam namütenahi bütün sınırlı üretimleri 20-30 bin Euro verip alıyor. Sonra onları kutularından çıkarmaksızın kasada saklıyor. Şunu anlatmak istiyorum eskiden kalem yazmak içindi, salt yazmak da değil ifade etmek içindi ama o ifade edeceğin şeyleri güzel bir mürekkep kalem ve kâğıt vasıtasıyla yapardın. Şimdi kalemler saklanmak için alınıyor. Üretici firmalar da satmak zorunda oldukları için benden ziyade o insanlara hizmet veriyor. Yani ben ulaşılması gereken alıcı olmaktan çıktım. Kullanmayanlar ulaşılması gereken alıcı oldular.

Her şeye rağmen koleksiyon yapıyor, hobilerinize vakit ayırıyorsunuz.

Paylaşmakla artacağını, paylaşmakla keyifli olacağını, sohbete vesile olacağını düşündüğüm için hobilerimi severim. İnsanlar kendi meslekteki arkadaşlarından ziyade hobilerinden arkadaş edinirler. Çünkü meslekteki arkadaşlıklar biraz kıskançlık, biraz ben daha iyiyim sen daha iyisin faslını ortaya çıkarır. Oysa hobi bir bedel karşılığı yürümediği için daha samimi duygular ortaya çıkar, ki gerçekte profesyonel yaşamdan daha çok bir yarışma vardır orada, bendeki şu kalem sende var mı gibi ama o keyifli bir yarıştır. Çetin Altan’ın muhteşem bir sözü var: “Okullar para kazanmak için gerekli donanımları sağlamaya yarar. Buna da eğitim değil, öğrenim deniliyor. Yani efendim, okullar sayesinde, parayı kazanmak için gerekli donanımlara sahip oluruz.” Eğitim ise ailede, çevrede, muhitte edinilir diyor. Kazandığın parayı harcamak için kullandığın bilgilenmelerdir. İyi kalem alacaksın, iyi yemek yiyeceksin, iyi seyahat edeceksin. Öğrenimli insan bunları yapmadan hayatını sürdürebilir ama eğitimsiz insan bunları yapamaz keyfini çıkartamaz.

Peki ya koleksiyon merakınızda bir değişim oldu mu?

Görüşmediğimiz günden bugüne aileye bir torun ilavesi oldu. Ela ismi torunumun, Eloş diyorum ben ona. Şimdi torunuma zincirli, klipsi olmayan küçük boy kadın dolmakalemleri koleksiyonu yapıyorum. Şimdiden 20’den fazla kalem oldu. 13 yaşında vereceğim. Eskiden 18 yaşında vermeyi planlıyordum ama o 18 olana kadar ben dayanabilir miyim bilmediğim için 13’e indirdim.

Sağlıklı uzun bir ömür dilerim. Bu arada saatiniz çok güzel.

Bu bir Omega Dynamic. 1970’te 18 yaşına gelince babam bunu almıştı bana.



Çok Okunanlar

2024-09-21 08:40:47