Öncekİ yazı bu önemli konunun girizgâhı mahiyetinde olduğundan o da okunmalı… Geçen yıl bazı vesilelerle yazılar yazmıştım, o yazılarda yazdıklarımla başlayalım… Mehmet Emin Saraç Hocamız, geçen Şubat ayında vefat etti. Emin Hocamızın vefatı sonrasında “Âlim, âlem, ölüm ve M.Emin Saraç Hocamız-5” başlıklı birkaç yazı (5 yazı) yazdım. Birinci yazımda, kendisinin de özellikle Mısır’da Ezher Üniversitesi yıllarında ve sonrasında en yakın arkadaşı olan “Hocaların Hocası” olarak da anılan Ali Yakup Hocamız ile 1986 yılında beni nasıl tanıştırdığını ve sonraki gelişmeleri de yazdım... “Hocaların Hocası” unvanını hak eden hocalarımızdan biri de Ali Yakup Cenkçiler Hocamızdır, 22 Mayıs 1988’de vefat etmiştir. O yazılar, küçük yaşlarından itibaren, Ali Yakup Hocamızın en yakın talebelerinden olan Mustafa Atalar ve onun geçen yıl yayımlanan “Hocamla Yıllarım / Ali Yakup Cenkçiler’in İlim ve Fikir Dünyası” hacimli kitaplarıyla tanışmama vesile oldu. “Hacimli kitaplar” dedim; sebebi var. Şimdilik her biri 600 sayfa olan kitapların sadece iki cildi yayımlandı. Mustafa Atalar, bunların devamı olan ciltleri de yayına hazırlamaya devam ediyor. Geçen yıl Haziran ayında önce “Hocaların Hocası Ali Yakup Cenkçiler Hoca-2” başlıklı iki yazı, sonra da “Hocalarımı yazarken hayatımı da yazıyorum…” ve “Kimlik ve kişiliğimin oluşmasında Kosova’nın yeri” başlıklı yazılar yazıldı; bazı detaylar o yazılarda... “GZT / Mecra”daki “Ali Yakup Cenkçiler” yazısında yazılanlarla devam edelim… Ali Yakup Hocaefendi, “Osmanlı olmasaydı, İşkodralı Katolikler olarak yaşayıp öylece ölecektik” diyordu. Hayatı boyunca her Türk’e o fetihçilerin torunu olarak baktı. “Osmanlı’ya olan borcumu hiçbir zaman ödeyemem” derdi. Ali Yakup Efendi, Türk denince İslam’ın akla geldiği, Müslümanlar için Türk kelimesinin kullanıldığı bir coğrafyada ve zaman diliminde dünyaya geldi. O, bunu biraz da gülerek anlatıyor:“Mesela bir Arnavut Müslümanlığını bildirmek istedi mi ‘elhamdülillah Türk’üz’ derdi. Hoca kalkar, burada 20 sene tahsil etmiş, vaaz ederken “Türklüğün şartları 33’tür” şeklinde konuşur. “Allah Türklükten ayırmasın. Allah canımızı Türk olarak alsın” der. Adam mesela Müslüman değil, Sırp. O bile kendisinin Türk olduğunu söyler. Hicazlı bile Türk olarak bilinir. Bizim zamanımızda “Müslüman” için “Türk” kelimesi kullanılırdı. Biz yalnız kitap okurken “Din-i İslam’ın şartları 33’tür” derdik. Halk bir kelime Türkçe bilmezdi ama “Allah’a şükür Türk’üm” derdi.” Aslında sadece Balkanlar’da değil, çok daha uzak coğrafyalarda, Osmanlı’nın hüküm sürmediği topraklarda bile bir zamanlar Müslüman demek Türk demekti. Kolombiyalı büyük yazar Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabının başkahramanı Santiago Nasar, aslen bir Arap’tır. Arap olduğu için insanlar onu Türk diye çağırmaktadır. Çevirmen bu ifadeyi tuhaf bulacağımızı anlamış olmalı ki, dipnotta, “Güney Amerika ülkelerinde Ortadoğu’dan göçen Arap kökenlilere Türk gözüyle bakılır” deme gereği duyar. Ali Yakup Efendi, Kosova vilayetinin Priştine sancağının Gilan kazasındandı. Lakin onun doğduğu yıl olan 1913’te artık oralar Osmanlı toprağı değildi. Sırplar kanlı bir şekilde gelmişti. Priştine’de Arnavutlar ve “Türkler” katliama maruz kalıyordu. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Yugoslavya’nın parçası olan bu topraklar Müslümanlar için artık yaşanmaz hale gelmişti. Bu yüzden ilkokulu bir Sırp okulunda okuyan ve daha sonra medreseye devam eden Ali Yakup Efendi, yirmili yaşlarına geldiği zaman bir Müslüman olarak kendisine o ülkede bir gelecek göremedi. 1936 yılında Kahire’ye gitmek üzere yola çıktı. Orada son dönem şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi ve büyük şair-mütefekkir Mehmet Akif Bey vardı. Ali Yakup Efendi önce Atina’ya gitti. Orada Mısır’a geçebilmek için sefaretten müsaade bekledi. Beklerken birinin tavsiyesiyle Gümülcine’ye geçti. Burada hoca çok iyi karşılandı. Halka vaazlarda bulundu. Gümülcine’ye, Mısır’a gittikten sonra da çağrılacaktı. Müsaadenin gelmesinden sonra gemiyle İskenderiye’ye geçti. Oradan karayoluyla Kahire’ye ulaştı. Yolda onu şok eden, derin üzüntüye sevk eden bir haber aldı. O, Mehmet Akif’i görmek için can atıyordu ama o artık Mısır’da değildi, fenası, ruhunu İstanbul’da teslim etmişti. (Devamı var.)